Büyük Kafkas Sürgünü
 

Büyük Kafkas Sürgünü

Kategori: Tarih

Sürgünler söz konusu olduğunda halkların kaderi hiç değişmiyor.Tarihi belgeler, Hindistan'dan Afganistan'a, Polonya'ya, Mısır'dan Balkanlar'a kadar birbirinden uzak ve ilişkisiz gibi görünen bir çok ülkenin halklarının aşağı yukarı aynı kaderi paylaştıklarını ortaya çıkarıyor. Aslında koskoca bir sürgün veya vatansız bırakmanın tarihi, insanın vicdanını kamçılıyor...

Kafkasya'nın işgâli ve yerli halkı olan Çerkeslerin sürgünü tam da bu yöntemlerin uygulandığı yerdir. Halen sürgünün gerçek nedenleri anlatılmış veya yazılmış değil. Çerkeslerin topluca bulundukları Türkiye, Suriye, Ürdün, İsrail ve Yugoslavya'da konu halen etraflıca bilinmiyor. Türkçe yazılmış bir iki makale ve verilmiş konferansların adı hep “Çerkes göçü” olarak anıldı ve kayıtlara da öylece geçti...[1]

İnsanlık tarihinin en eski, en köklü, en bilinen coğrafyası, hemen tüm dünya dillerinde, tüm dünya masallarında, destanlarında yer alan ulaşılmaz, efsunlu, gizemli, atlas ve safir renkli düşler, mutluluklar ülkesi; Çerkes halklarının kutsal anayurdu. Doğudan batıya, kuzeyden güneye binlerce yıldır toplumların, uygarlıkların gelip geçtiği, tarihi kavimler kapısı, sevgili KAFDAĞI!..

Tarihte eşi benzeri görülmemiş barbar bir jenosit ve sürgünle bu kutsal ata topraklarından koparılan, ikinci vatan saydıkları kırktan fazla ülkede dağınık bir şekilde yaşayan, evrensel barışın, dostluğun, kardeşliğin, insanlığa ne denli gerekli olduğunu, 21 yüzyıla da taşıyan Çerkes halkları; şimdilerde uğradıkları soykırımın, sürgünün 142. yılını, tüm ulusları, toplumları ve dinleri barışa ve kardeşliğe çağırarak, dünyada süregelen savaşların, yıkımların durmasını, gözyaşının ve akan kanın dinmesini umut ederek anmaktadır.

Bu ulusal yas gününde sürülmenin, parçalanmanın sonucu olarak Çerkeş halkları, ulusal kimliğini oluşturan en önemli unsur olan anadilini kaybetmek üzere olduğu acı gerçeğiyle de karşı karşıyadır.

Bilindiği üzere; Dil, toplumların etnik konsomasyonlarında, uluslaşmalarında, var oluşlarını sürdürme çabasında en büyük güçtür. Dil, halkların, ulusların gömleğidir, giysisidir, zırhıdır. Çıplak kalan insan vücudu nasıl önce üşüyüp, hastalanıp sonra da ölür ise, dilini kaybeden ulus da ölür. Atalarımız bu tehlikeyi, Adıgecede, Abazacada... "Dilsiz ulus ölüdür" özdeyişi ile dile getirmişlerdir.

Halkımız, sürgünün 142. yılında anadilini, kimliğini, ulusal kültürünü yaşatmak zorundadır. 21 Mayıs'ın her yıldönümü bu anlamda, yeniden canlanma, ulusal değerlerine yeniden sahip çıkma anlamında anılmalıdır.

Anayurtları Kafkasya kadar dünyada tanınmayan, Kafkasya'nın otokton (yerli) halkları, batı ülkelerinde Caucausian, Circassian; Arap ülkelerinde Serkeş, Şerakise, Türkiye'de ise "ÇERKEŞ" adıyla bilinmektedirler. Kafkasya'yı, MÖ. 5 binli yıllara dayanan eski tarih ve uygarlıkları ile Abaza, Adıge, Asetin, Çeçen, Dağıstan halkları ile yüzyıllardır Kafkasya'da yaşayan Karaçay ve Balkar halkları oluşturmaktadır. "Kafkasyalılık", "Kuzey Kafkasyalılık" ve "Kafkaslılık" birleştirici isim olmuştur. Artık milliyet, boy, kabile, sülale, aile gibi bir çok farklı alt kimliği koruyup, yaşatıyor olmalarına karşın, "Kafkaslılık" üst kimliği her zaman güçlü bir birleştirici aidiyet duygusudur bu halk için...

Kafkasya, Kuzey ve Güney Kafkasya olarak coğrafi iki ana bölüme ayrılır. Güney Kafkasya'ya genel olarak Transkafkasya, Kafkas ötesi, Kafkas ardı denilmektedir. Oysa Kafkasya denilince akla, öncelikle Kuzey Kafkasya ana coğrafyası gelmektedir. Tarihsel olarak Kafkas uygarlığının beşiği burasıdır.

Güney'de yaşayan ve Kafkas uygarlığı ve kültür dokusunun bir parçasını oluşturan otokton halklar da, kendilerini Transkafkasyalı olarak tanımlamazlar. Kafkasyalılık, onlar için de belirleyici bir kavramdır.

Kafkasya, güzel coğrafyası, verimli toprakları ve jeopolitik konumu ile tarih boyunca çeşitli halkların ve devletlerin ilgisini çekmiş, iştahlarını kabartmış, saldırılarına hedef olmuştur. Kafkaslılar, yüzyıllarca vatanlarını savunmak için sürekli savaşmak zorunda kalmışlardır. Kafkas tarihi, neredeyse bir "Savaşlar Tarihi"dir. Bu savaşlar, Kafkasya'da kalıcı bir devlet yapısının kurulmasını engellemiş, devlet geleneği prenslikler düzeyinde kalmıştır. Nüfus hareketleri, büyük kentlerin kurulmasını önlemiş, maden kültürünü yaratıp Anadolu'ya ve batıya taşımış, yazısı ve düzenli bir ordusu bulunan halklar iken/savaşlar ve işgaller sonucu modern toplumun bu tür ana kurumlarından yoksun kalmışlardır.[2]

Sürgün...

Kafkas halklarının anavatanlarını terk etmelerinin adını doğru koyabilmek bakımından şu üç kavramın anlamını iyi kavramak gerekiyor.

GÖÇ: İşgal ya da başkaca zorlayıcı nedenlerle topraklarında eskisi gibi rahat yaşama olanağı kalmayan bir halkın veya halkların başka yörelere veya ülkelere kendi kararlarıyla gitmeleri olayıdır.

SÜRGÜN: İşgal edilen ülkedeki insanların tümüyle ve zorla topraklarından çıkartılması ve başka yerlere gönderilmesi ve yerlerine başka halkların yerleştirilmesi olayıdır.

SOYKIRIM (Jenosit): İşgal edilen topraklardaki halkları planlı bir şekilde ve bir daha toparlanamayacak şekilde toptan yok etmek ve yerlerine işgalcileri veya yandaşlarını yerleştirmek olayıdır.

İlk çağlardan beri uygarlık tarihinin ağırlık merkezlerinden biri olan Akdeniz havzasının siyasi ve ekonomik hayatında, Kırım ve Kafkasya'nın çok ayrı bir yeri bulunmaktaydı. Çar I.Petro'nun, "Mümkün olduğu kadar Hindistan ve İstanbul'a yakın olmak gerekir. Zira, buralara hükmeden dünyaya hükmeder" düşüncesini ortaya attığı 1722'den beri yönetime gelen tüm Çarlar, bu amacı gerçekleştirmek için en büyük engel olarak da Kuzey Kafkasya'yı ve halklarını göregelmişlerdir.

Doğuya giden İpekyolu, stratejik geçitler ve kavşaklar batı için ne kadar önemli ise, sıcak denizlere inmek isteyen Rus Çarlığı için de aynı derecede önemliydi. Dolayısıyla, yüzyıllarca savaş ve saldırılara maruz kalmış Kafkas halkları için savaşların en kötüsü; en yıkıcısı 16. yy.'da başlayıp 19. yy. boyunca süren ve sonuçları bakımından bir soykırım (jenosit) niteliğinde olan Kafkas-Rus Savaşları'dır. Modern silahlarla donanmış, sayıca üstün çarın ordusu ile; tüm dünya tarafından yalnız bırakılmış, silah ve cephanesi olmayan, sayıca az Kafkas halkları arasında süren bu savaş, neredeyse eli silah tutan herkesin şehit olması sonucu büyük bir facia ile sonuçlanmıştır.

Bu savaş sonrası Çerkesler, çar tarafından % 80'leri aşan bir oranda sürgüne tabi tutulmuş ve anayurtlarını terk etmek zorunda bırakılmıştır. Sonuçları itibariyle günümüz Çerkeş toplumunun konumunu belirleyen bu sürgün olayına kimileri "Göç", kimileri "Büyük Göç", kimileri "Zorunlu Göç", kimileri "Tehcir" demişlerdir. Feodal yapıda gerçekleşen değişiklikler yanında Ruslar tarafından geliştirilen ve Ortodoks kilisesinin de içinde bulunduğu idare tarzına bağlı olarak, eski yaşam koşullarının kalmayışı sonucu kendi iradeleriyle anavatanlarını terk edenlerin sayısı da bir hayli olmakla beraber, büyük bir çoğunluğu resmen topraklarından sürülmüştür. Çerkesler'in tümüyle anayurtlarını terk etmelerinde, Osmanlı İmparatorluğu'nun yeni asker ihtiyacı ve müslüman nüfusu artırmak gibi nedenlerle geliştirdiği politikalar da önemli oranda etkili olmuştur. Ancak, Çerkesler'in anayurtlarından koparılmasının ana nedeni, çarlık Rusya'sının 21 Mayıs 1864'den sonra uyguladığı insanlık dışı sömürgeleştirme ve sürgün politikasıdır.

Bu sürgün, 1859'dan sonraki savaşlarda uygulanan şekliyle ve Batı Kafkas Cephesi'nin düşmesi ile Çerkeş halkına çarlık tarafından uygulanmış tam bir soykırım ve toplu bir katliamdır. Savaş sırasında uygulanan yöntemlerin bir katliam olduğunu bizzat Rus tarihçileri ve edebiyatçıları da yazmaktadırlar:

Kont Lev Nikolayeviç Tolstoy: "Köylere gece karanlığında dalıvermek adet haline gelmişti. Gece karanlığının örtüsü altında Rus askerlerinin ikişer üçer evlere girmesini izleyen dehşet sahneleri öylesineydi ki, bunları hiç bir rapor görevlisi aktarmaya cesaret edemezdi..."

Rus Tarihçi Sulujiyen: "Dağlılar, teslim olmuyor diye biz davamızdan vazgeçemezdik. Silahlarını alabilmek için yarısını kırmak gerekti. Kanlı savaşta çoğu analar elimize geçmesin diye kendi çocuklarını öldürüyorlardı. Bir çok kabile bu yüzden yok oldu..."

Rus Tarihçi Yd. Felisin: "Bu, gerçek ve acımasız bir savaştı. Yüzlerce Çerkez köyü ateşe verildi. Ekin ve bahçelerini imha için atlara çiğnettik ve sonuçta bir harabeye dönüştü..."

Rus İ. Dzarov: "Osmanlı'ya göç etmek için yola çıkanların yarısı bile oraya ulaşamadı. Bu denli bir perişanlık insanlık tarihinde çok azdır..."

Ünlü Rus Yazarı Puşkin: "Çerkesler, bizden nefret ediyor. Çünkü onları özgür yaylalarından attık, köylerini yaktık ve kabileleri toptan yok ettik. Onlar eskiden Hıristiyan'dı, yeniden İncil ile tanıştırmak lazım..."

Fransız gazeteci A. Fonvill: "Gemicilerin gözü doymuyordu. 50-60 kişilik gemiye 200-300 kişi alıyorlardı. Yanlarına aldıkları biraz su ve ekmek 5-6 günü aşınca tükeniyor, açlıktan salgın hastalıklara yakalanıyorlar, yolda ölüyor ve denize atılıyorlardı. 600 kişiyle yola çıkan gemiden ancak 370 kişi sağ kalabilmişti..."

Bu sürgün insanlık tarihinin gördüğü en büyük trajedilerden biridir. Yüz binlerce Kafkaslı vatanlarını savunurken; savaşlarda, sürgünde, sürgün yollarında, sürgün sonrası yeni yabanıl topraklarda yaşamlarını yitirmişlerdir. Bu sürgünde Çerkeş halkı vatanından sökülüp atılmış, bölünmüş, parçalanmış ve yok oluşun eşiğine itilmiştir.[1]

21 Mayıs 1864...

Çarlık Rusyası, 300 bine yakın asker ve modern silahlarla saldırmasına karşın 1856 yılına kadar Kafkasya'ya tam hakim olamadı. Özellikle Batı Kafkasya'da direnişler son dönemde çok çetin geçiyordu. 1856'da Paris Konferansı'nda Osmanlı ve Avrupalı müttefikler tarafından Kafkaslılar yalnız bırakıldı. Paris Konferansı sonuçlarına göre Rusya, Kafkasya'da ne isterse yapabilecekti. 1859'da Şamil'in de teslim olmasıyla Doğu Kafkasya'da savaş hemen hemen bitmiş, Rusya bütün gücüyle Batı Kafkasya'ya saldırmaya başlamıştı. 1860-1864 yılları arasında (ki bu savaşlarda bütün Kafkas boyları yer almışlardı) Batı Kafkas Cephesi yeniden kurulmuş ve çok çetin çarpışmalar olmuştu. Çarlık acımasız bir vahşet uyguluyordu. Köyler yakılıyor, ekinler yok ediliyor, mallar yağmalanıyordu. Halkın direncini kırmak için çar orduları halkı sürgüne tabi tutuyor, geri dönüş umutlarını kırmak için, gözleri önünde köylerini yakıyordu. Boşaltılan topraklara Kazak ve Rus köylüleri yerleştiriliyordu.

Bir yandan süregelen savaş, bir yandan sürgünler ve soykırım, 1864 baharına kadar devam etti. 1864 Mayıs ayında her boydan Kafkas savaşçıları, Soçi yakınlarında Aybgo Suyu yakınlarında yeni bir cephe açtılar. 7-11 Mayıs tarihleri arasında Ruslar'a büyük kayıplar verdirdiler. Bunun üzerine Kafkasya'daki Rus birlikleri dört koldan bu son cepheye saldırdılar. Çerkeş güçleri ağır top ateşi altında günlerce dayandılar... Hepsi şehit olana kadar...

Ve 1864 yılının Mayıs ayının 21. günü Rus orduları Soçi yakınlarında Kbaada çayırlarında (şimdiki adıyla Krasnaya Polyana) büyük bir zafer şöleni ve resmi geçit yaparak, Kafkasya'nın düşüşünü kutladılar. General Yevdokimov, Kafkasya sorununun bittiğini Çar'a müjdeliyor, dağların yüksek noktalarında direnişi sürdüren küçük grupların da takip edilerek yok edileceğini bildiriyordu.

Yevdokimov'a göre kesin çözüm, Çerkesler'in topraklarından sürülerek denizin öteki yakasına kovulmalarıydı. Kuban ötesinde kalan ve boyun eğen halk bile onun gözünde zararlı ve tehlikeliydi. Onların da sürülmeleri gerekiyordu. Ve böylece... 1864yılı, sürgünün en yoğun olduğu yıl olarak tarihe geçti. Lapinski'ye göre, 10 Temmuz 1864'e kadar 200 binden fazla Çerkeş, gemilerle Osmanlı limanlarına taşındı. Tarihçilere göre, Çar ve komutanlarının emriyle 19. yy.'da Osmanlı topraklarına 1.600.000 civarında Çerkeş sürgün edildi.

İşte 21 Mayıs 1864, Çerkeş halkının belleğine böyle kazındı. Çar ve orduları için zafer, Çerkesler için acının, hüznün, sürülüşün, bölünmüşlüğün ve ölümün günü...

21 Mayıs'lar, her şeye rağmen Çerkeş halkının yaşama direncinin ifadesidir. Direniştir, başkaldırıdır, diriliştir. Tüm zalimlere inat, Çerkesya'nın yeniden var olma mücadelesidir.

21 Mayıs'lar, halkımızın belleğine kazınan tüm bu acıları, savaşları insanlık dışı uygulamaları dünyaya haykırmak istediğimiz gündür.

21 Mayıs'lar dün, bugün, yarın perspektifinde ulusal-kültürel kimliğimizi yaşama ve yaşatma isteği ile geleceğe ışık tuttuğumuz günlerdir.[2]

Kafkas Sürgünü, Bir Soykırımdır

«Bir ay zarfında Kafkasya terk edilmediği takdirde bütün sekene (sakinler, halk) harp esiri olarak Rusya'nın muhtelif mıntıkalarına sürülecektir». Çar Naibi Grandük Mişel

Yukarıdaki ifadeler, bundan 141 yıl evvel söylenmiş, bir milletin kaderini derinden etkileyen, büyük bir dramın başlangıcını ifade eden sözlerdi.

270 yıl kesintisiz olarak devam eden Rus-Kafkas savaşları 21 Mayıs 1864 günü, Karadeniz kıyısında bulunan Tuapse şehri yakınlarında Açepsu deresi kenarındaki Kbaade mevkiinde yapılan savaşla sona erdi.

Kendilerinden kat be kat fazla olan, teknolojik üstünlüğü tartışılamayacak Rus ordusuna karşı 270 yıl vatanlarını savunan Kuzey Kafkasya ordusuna mensup son Adige birliği son neferine varıncaya kadar kahramanca mücadele ederek şehit düştü.

21 mayıs 1864 günü Açepsu deresinin Karadeniz'e ulaşan suları, Kuzey Kafkasya ordusunun son ikibin neferinin kanlarını Karadeniz'in sularıyla birleştirdiler. Çerkesler binlerce yıldır oturdukları toprakların her zerresini kanlarıyla suladılar. Üç asra yaklaşan Rus saldırıları karşısında, yerleri yurtları defalarca yakılan yıkılan mazlum halk, her defasında yeniden toparlanarak insanüstü bir gayretle mücadeleye devam etti.

Ruslar, yenilen ve yorgun düşen Kuzey Kafkasya ahalisini artık yerinde tutmak istemiyordu. Onlara stratejik yönden önemi olan Kuzey Kafkasya'nın batı bölgesi lazımdı. Bu gerekçeyle Grandük Mişel yayınladığı genelgeyle, halka dehşet saçıyordu.

Yerinde kalmakta direnenlerin esir muamelesi görecek olması, halkta ayrı bir panik oluşturuyordu. Rus'a esir olmaktansa ölümü tercih etmek, talihsiz Kuzey Kafkasyalılar için tek seçenekti. Ruslar, bölgenin bir ay içinde boşalmasını istiyorlardı.

Çaresiz ve zavallı duruma düşen halk akın akın sahillere koşuyor, sahilde bulduğu vapur ya da teknenin sağlamlığına bakmadan canını kurtarmaya çalışıyordu. 1864 yılının Mayısını takip eden günlerde Kuzey Batı Kafkasya'da yaşanan dramı, kalemlerin ifade etmesi mümkün değildir. Dünyanın en büyük senaristleri ve yapımcıları, bu dramı dile getiren bir film yapsalar eminim ki bu dramın ancak yüzde birini dile getirebilirler.
Ananın babadan, evladın aileden koptuğu, mahşeri andıran kargaşa sırasında dağılan aileler yıllar boyu kaybettiği yakınlarını ya da sevdiğini bulma umuduyla yaşayıp gözü açık gidenler.

Daha çok para kazanmak hırsıyla, gemilere istiap haddinden fazla yük ve yolcu alan kaptanlar. Bindikleri vapurlarda elverişsiz şartlar yüzünden hastalığa yakalanarak hayatını kaybeden insanlar. Defin imkanı olmadığı için denizin bağrına gömülen eş, dost ya da akrabalar.

Dramın boyutu o kadar büyüktü ki insanlar günlerce pusulasız gemilerde, bilinmeyen bir vakitte yaklaşacakları sahili bekleyip durdular. Yiyecek sıkıntısı, insan başına verilen sınırlı tayın yüzünden, insanlar tayınını almak için ölen yakınlarının cenazesini bile saklamayı göze alıyorlardı. Allahım bu ne büyük bir acıydı. Onurlu ve gururlu bir halk, bir lokma ekmek için ne hallere düşüyordu. Gemiler, Osmanlının Karadeniz kıyısındaki bütün limanlarına yolcu döküyordu. Trabzon, Samsun, Sinop, Ordu, Rusçuk, Varna, Köstence velhasıl Karadeniz kıyısında Osmanlı toprağı irili ufaklı gemilerin yanaşabileceği her koy mülteci indirme yeri oluyordu.

Kıyıya inen yolcular burada ayrı bir sıkıntıyla karşılaşıyorlardı. Rusya ile anlaşmasına ve mültecileri ülkesine kabul etmesine rağmen Osmanlı, kısa sürede bu kadar büyük bir sürgünzedeyi beklemediğinden istihdam etmekte zorlanıyordu. Kıyıya inenler, gemide yakalandıkları tifo ve koleraya ilave olarak sıtma illeti ile de boğuşmak zorunda kalıyorlardı.

21 mayıs 1864 tarihi genellikle sürgün ile ifade edilir. 21 mayıs 1864 ile sembolleşen süreç, 300 yıl öncesini de dahil edersek bir soykırımdır. Ruslar 1864 yılına gelinceye kadar Kuzey Kafkasya'da taş üstünde taş bırakmamacasına büyük bir vahşet örneği sergilemişlerdir. 21 mayıs 1864 günü, Ruslarla çarpışarak hayatını feda eden ve Kuzey Kafkasyalı bir kabile olan Ubıhlardan oluşan son orduyla birlikte, Ubıh halkı da darmadağın olmuştur.

Bugün Soçi ve çevresinin eski sahibi olan Ubıh halkından Kuzey Kafkasya'da eser kalmamıştır. Dünyanın en arkaik dili sayılan Ubıhça, bugün tamamen yok olmuştur. Bu halkın ve bu dilin katili o dönemin Çarlık Rusyasıdır. Sürgün öncesi Batı Kafkasya'da nüfusları 700 bin ile bir milyon arasında telaffuz edilen Şapsığ kabilesinden şu anda varlığını sürdüren insan sayısı 15 bin civarındadır. Şapsığlar yaşadıkları yerde, kendilerini soykırıma tabi tutan Rus komutanlardan, Prens Lazarov'un adı verilen Lazarevski kasabasında, onun adını zikrederek ve de tren istasyonunda bulunan büstünü seyrederek yaşamak zorunda bırakılıyorlar.

19. yüzyılın başından, 1864 yılına kadar devam eden savaşlarda onbinlerce yerleşim yeri (köy, mezra) yakılıp yıkılmıştır. Bugün diasporada yaşayan Çerkeslerden hemen hemen hiç biri geldiği yerleşim yerini bulamamaktadır. Çerkesleri, Karadeniz kıyısından uzaklaştıran, topraklarını gaspeden Çarlık Rusyası, o topraklarda yaşanan binlerce yıllık tarihi geçmişi de yok etmiştir.

Soçi'den Novorosisk'e kadar uzanan Karadeniz sahili, bir Çerkes mezarlığıdır. O toprakların altında milyonlarca şehit Kuzey Kafkasyalı yatmaktadır.
1864 yılında, Ruslar tarafında soykırıma tabi tutularak vatanları gaspedilen Kuzey Kafkasyalıların dramına maalesef bütün dünya seyirci kalmıştır. Başta Osmanlı olmak üzere İngiltere ve Fransa gibi devletler Çerkesleri sürekli olarak kışkırtmalarına rağmen onlara vaat ettikleri yardımı hiçbir zaman yapmamışlardır. Osmanlı Devleti, Kuzey Kafkasya halkının yaşadığı dramdan rant elde etme peşine düşmüştür. Savaşlar ve isyanlar sebebiyle imparatorlukta azalan Müslüman nüfusunu dengelemek için Çerkes muhacirler kullanılmıştır. Osmanlı, kabul ettiği Çerkes muhacirleri devletin problemli bölgelerine yerleştirerek denge politikası izlemiştir.

Rusya, tarihte en büyük soykırım suçunu işleyen bir devlet olmasına rağmen, konjonktür gereği bu suçun cezasını çekmemiştir. Rusya'nın işlediği suçlar her nedense hep örtbas edilmiştir. Bu nedenledir ki 1994 yılında başlayan Rus-Çeçen savaşında 250 bin masum Çeçenin kanı dökülmüştür. Toplam nüfusu bir milyon olan Çeçen halkından 250 bin insanın öldürülmesi bir soykırım değil midir?Eğer öyleyse buna seyirci kalanlar için ne söylenebilir.
Ruslar öyle zıvanadan çıkmışlar ki, 22 nisan 2005 tarihinde Duma'da kabul ettikleri bir kararla, Türkleri Ermeni soykırımıyla suçlamışlardır.

Ruslar, Çerkes soykırımının dışında, Ermeni komitacılarının hamisi olarak, Doğu Anadolu'da Ermeni çeteleri tarafından şehit edilen 550.000 Türkün de kâtilidir. Bütün bu gerçekler göz önünde dururken hangi cüretle Duma'da Ermeni tasarısını kabul ettiklerini anlamak çok zor.
Türkiye olarak Rusya ve Batı karşısında edilgen bir politika izleyerek hiçbir yere varamayız.[3]

Bitmeyen Sürgün ve Jenosid

Kuzey Kafkas halklarının sürgünü ve müteaddit defalar jenoside maruz kalmaları, temel insan hak ve hürriyetlerinin garanti altına alındığı uluslararası hukuk alanında henüz bir hak arayışına dönüşebilmiş değildir.

İngiliz ve Osmanlı devletlerinin resmi kayıtlarına geçen 1864'teki Kafkasya sürgünü ve jenosidi tarihte bir kere yasanmış ve tozlu raflarda yerini almış bir olay olmayıp tam tersi kötü sonuçları günümüzde dahi devam eden feci tarihsel bir kazadır.

1864'te yaşanan birinci sürgünün kötü sonuçları adeta mağdurlarından torunlara miras olarak kalmış, üstelik mirasa yeni sürgünlerle ilaveler yapılmıştır. Yani Kafkasya'daki ilk sürgünün acıları telafi edilmeden yeni sürgünlerle mağduriyetler çoğaltılmıştır.

Kafkasya'yı Kafkasyalılardan arındırma süreci uzun savaşların ardından yerli halkların Rus Çarlığı'na yenilgisiyle 1859-1864 yılları arasında büyük bir sürgüne dönüşmüş, zaman içerisinde bu yok etme planı uluslararası hukuk açısından ancak jenosit ile tanımlanabilecek uygulamalarla bugüne kadar devam ede gelmiştir.

19. yüzyılda Çarlık Rusyası, 20. yüzyılda SSCB ve şimdi Rusya Federasyonu, sürgünü Kafkasyalıların bir alın yazısı haline getirmeyi başarmıştır.

Rusların Kafkasya'ya yerleşme politikasının sonucu olarak;sadece 1864'te 1 milyon 500 bin Kafkasyalı yurdundan olmuş, binlercesi sürgün yolculuğunda açlık ve kötü koşullara yenik düşerek can vermiş, binlercesi Karadeniz'in dalgalarına dayanamayan gemilerin batmasıyla engin sularda boğulmuş, yüzlercesi kalıcı hastalığa yakalanmış, binlercesi getirildikleri yerlerde köle olarak satılmış, yüzlerce kadın zorla tecavüze uğramıştır.

Ayrıca sürülenlerin toprakları, evleri ve sahip olduğu diğer tüm mal varlıkları Kafkasya'ya ikame ettirilen Rus ve Kazaklara verilmiştir.

Karadeniz'deki Taman, Tuapse, Anapa, Tsemez, Soçi, Adler, Sohum, Poti, Batum gibi limanlardan Rus, Osmanlı ve İngiliz gemilerine balık gibi istif edilerek, Osmanlı topraklarına yani Trabzon, Ordu, Samsun, Sinop, Kefken, Varna, Burgaz, Köstence, İstanbul ve Ege kıyılarına dökülen insanların yüzde 30'unun henüz sürgün yolculuğu tamamlanmadan telef olduğu yönünde bilgiler arşiv kayıtlarında mevcuttur.

Sözgelimi insan yüklü gemilerin boşaltıldığı yerlerden biri olan Trabzon'daki Rus Konsolosu, Mayıs 1864'te "30 bin kişi açlık ve hastalıktan kırıldı. Gemilerde hastalık alameti gösteren olursa derhal denize atılırdı... 1858-1865 yıllarında 493.124 insanın gittiği Trabzon'da bir tek adamın 30-50 cariye birden aldığı oluyordu..." diye yazmıştır.

Hem Kafkasya hem de Osmanlı kıyılarında ölen insanların gömüldüğü çok sayıda toplu mezarın olduğu yine kayıtlarda yerini almıştır.

Sürgün sürecinde Trabzon'daki Rus Konsolosu sürgün kararını yürüten General Katraçef'in tanıklığı şöyledir:

"Türkiye'ye gitmek üzere Batum'a 70.000 Çerkes geldi. Bunlardan vasati olarak günde 7 kişi ölüyor. Trabzon'a çıkarılan 24.700 kişiden şimdiye kadar 19.000 kişi ölmüştür. Şimdi orada bulunan 63.900 kişiden her gün 180-250 kişi ölmektedir. Samsun civarındaki 110.000 kişi arasında her gün vasati 200 kişi can veriyor. Trabzon, Varna ve İstanbul'a götürülen 4650 kişiden de günde 40-60 kişinin öldüğünü haber aldım."

Rus makamları sürgün suçlamalarından kaçabilmek için bu tarihi trajediyi göç kavramıyla izah etmeye kalkışmıştır. Ancak insanların bile bile ölüme razı olduğu zorlayıcı ortamı izah etmesi açısından Çarın Kafkasya'ya temsilcisi Grandük Mişel'in 1864 Ağustosu'nda Batı Kafkasyalılara gönderdiği şu ferman yeterlidir: "Bir ay zarfında Kafkasya terk edilmediği takdirde, bütün nüfus savaş esiri olarak Rusya'nın muhtelif mıntıkalarına sürülecektir:"

Yurtlarından edilen Kafkas halkları Türkiye, Suriye, Ürdün, İsrail, Mısır, Irak, Lübnan, Kuveyt, Libya, Yunanistan, Makedonya, Kosova gibi dünyanın 40 değişik ülkesinde yaşamaya mecbur bırakılmıştır.

Mevcut Rus, Osmanlı ve Avrupa kayıtlarına göre, 1862-1870 yılları arasında sürgüne gönderilenler 1,2 ile 2 milyon civarındadır. Yaklaşık olarak 500 bin Kafkasyalının yolculuk sırasında veya vardıkları Osmanlı limanlarında öldüğü bilinmektedir.

Sürülenler bir daha vatanlarına geri dönememiş, ancak onların torunları Sovyetler Birliği dağıldıktan sonra vatanlarına gitme şansı elde edebilmişler ama dedelerinin kaybettiklerini geri verecek ne bir makam bulabilmişlerdir, ne de bu yönde bir kamu iradesi.

1943-1944 Sürgünü

Kafkasyalılar 1944'te yaşadıkları sürgünün acılarını üzerlerinden atamamış ve bu tarihi kazanın sonuçlarından hala kurtulamamışken hayatlarında yeni sürgün sahifeleri açılmıştır.

Sürgünün devam eden bir sonucu olarak diasporada yaşayanlar, anavatanlarından uzak olmaları nedeniyle kültür ve dillerini günbegün kaybediyorlar. Mevcut temel hak ve hürriyetler perspektifinin, bu kaybın önüne geçilmesinde referans olma yeteneği var mıdır? Ataları sürgün edilen halkların tekrar vatanlarına dönebilmesi temel haklar kapsamında değerlendirilmediği sürece mevcut politik iradelerin bu konudaki olumsuz yaklaşımlarını aşmak kolay kolay mümkün olamamaktadır.

Uluslararası hukuk metinleri ortaya çıkmadan ve temel insan hakları birtakım sözleşmelerle garanti altına alınmadan önceki dönemlerde vuku bulmuş olmalarına rağmen etkileri hala devam etmekte olan olayların mağdurlarının mağduriyetlerini telafi edecek uluslararası bir hukuk anlayışı, uluslararası hukuk metni ve bunu uygulayacak bir mekanizma şimdi bile ortaya çıkabilmiş değildir.

Bir milletin yok ediliş fermanı

1864 sürgünüyle dünyaya savrulan Kafkasyalılar tekrar anavatanlarında toparlanma fırsatı verilmeden Kafkasya'nın bakiyeleri sayılan halklar bu sefer 1943 ve 1944 yıllarında SSCB lideri Yosef Stalin'in emriyle geniş çaplı bir soykırıma maruz bırakıldılar. Kafkas halkları, asılsız bir şekilde II. Dünya Savaşı'nda Almanlarla işbirliği yaparak ihanet etmekle suçlanmışlardı.

23 Şubat 1944 günü yani Kızılordu'nun 26. kuruluş yıldönümünde şenliklere davet edilen Çeçen ve aynı etnik kökene sahip olan İnguşlar apar-topar ve binlerce insanın ölümü pahasına Sibirya'ya sürüldü.

Aynı şekilde 2 Kasım 1943'te Karaçaylılar, 8 Mart 1944'te de Balkarlar Sibirya ve Kazakistan'a sürüldüler. Kırım Tatarları ve Ahıska Türkleri de sürgün edilen halklar arasındaydı.

Sovyet Rusya, sürgün operasyonunu büyük bir gizlilik içinde gerçekleştirmiş, kamuoyu ancak iki yıl sonra yani 26 Haziran 1946'da "İzvestiya" gazetesinde çıkan küçük bir haber ile olanlardan haberdar olabilmişti.

Her aileye 20 kg. bagaj izni verilmiş, insanların tüm mal varlıklarına; evlerine, topraklarına ve büyükbaş hayvanlarına el konulmuştu. Felaketin en büyüğü ise sürgün yolculuğunda gerçekleşti: İnsanların yüzde 20'si kötü hava koşulları ve açlıktan öldü. Ölüm Çeçen ve İnguşlar'ın yakasını yerleştirildikleri yeni yerlerde de bırakmadı ve ilk birkaç yıl içinde gerek iklim gerekse ağır çalışma koşulları ve bunlara bağlı salgın hastalıkları nedeniyle pek çok insan yaşamını yitirdi. Çeçen ve İnguş halkının sürgündeki nüfus kaybının yüzde 38 oranında olduğu kaydediliyor.

9 Ocak 1957'de Sovyetler Birliği Yüksek Şûrası aldığı bir karar ile 1944 yılında topyekûn sürülen Çeçen-İnguşlar'ın yurtlarına dönmelerine izin verdi. 12.0I.1958 tarihinde Groznenskiy Raboçiy gazetesi, sürgünden dönenlerin sayısını 200 bin olarak yazmıştır. Ancak sürgünden 4 yıl öncesinin yani 1939 yılının resmi kayıtlarına göre yeni kurulan Çeçen-İnguş Özerk Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti'ndeki Çeçen ve İnguşlar'ın nüfusu 488 bindi. Süngünden sonra (1959'un rakamlarına göre) Çeçen-İnguş Cumhuriyeti'ndeki tüm İnguş ve Çeçenlerin sayısı 311.2 binden ibaretti.

Haybah katliamı

Çeçen-İnguş Özerk Cumhuriyeti'nde tüm köyler sürgüne tabi tutulurken ulaşımın ve insanların tahliyesinin zor olduğu bölgelerde ise jenosit uygulamalarına gidildi. 27 Şubat 1944'de yaşanan Haybah katliamı buna bir örnektir.

Çeçen-İnguş Özerk Cumhuriyeti Adalet Bakanı eski Yardımcısı Ziyaudi Malsagov tanık olduğu olayları şöyle anlatmaktadır: Cumhuriyetin diğer bölgelerindeki Çeçenlerle İnguşlar vatanlarından sökülüp Kazakistan'a yollanmaktaydı. Fakat buradakileri nakletmek mümkün değildi. Çevre köylerden ve mezralardan toplanan halk, yaya olarak yola çıkarıldı. Hastalar, yaşlılar, zayıflar ertesi günü helikopterlerle taşınacaktır denilmek suretiyle arkada bırakıldılar. Bir miktar genç, genç kız, çocuk ve kadın da onlarla kaldı. Toplam 650-700 kişi kadardı. 27 Şubat 1944 günü sabah saat 09.00'da bu insanlar şu ahıra sürüldü...Üstlerinden kilit vuruldu. Ardından ahır ateşe verildi. İnsanlar ahırın kapısını zorlayıp kırdı ve dışarıya seğirtti. Gvişiani de o an emretti: -Ogon! (Ateeş!)

...Bir iki kişi firara kalkıştı. Onları da öldürdüler. 650 veya 700 insan ahirin içinde cayır cayır yakılarak öldürüldü.

Komünist Partisi'nin XX.Kongresi'nde Kruşçev, Karaçaylılar, Balkarlar ve Kalmıklar'ın zulme uğradığını itiraf etti. Komünist Partisi Merkez Komitesi, 24 Kasım 1956'da Çeçenlerin ve İnguşlar'ın ulusal özerkliklerinin yeniden verilmesi kararını aldı.

7 Mart 1944 tarihinde lağvedilerek toprakları Gürcistan, Dağıstan ve Kuzey Osetya'ya paylaştırılan Çeçen-İnguş Özerk Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti 9 Ocak 1957'de yeniden kuruldu.

Sınır bölgeler Çeçen-İnguşetya'ya geri verilmedi, ama buna karşılık Kargalin, Naur ve Şelkov'dan oluşan üç bölge bu ülkeye bağlandı.

Kırım ve Ahıskalıların sürgünü

Stalin döneminde sürgün sadece Kuzey Kafkasya ile sınırlı kalmadı. Sürgün kararının vurduğu bir diğer halk ise Kırım Tatarlarıydı. 18 Mayıs 1944 gecesi başlayan sürgün furyası 3 gün içinde 220.000 Kırım Tatarı'nın zorla yurtlarından koparılmasıyla sonuçlandı. KGB'den önceki Rus istihbarat servisi NKVD, sürgün edilenlerin 191.044 kişi olduğunu açıklamıştı.

Orta Asya'nın ücra köşelerine götürülmek üzere ölüm katarlarına bindirilen insanların yüzde 42'si zor koşullara dayanamayarak yada yapılan baskılar sonucu yaşamını yitirdi. Kırım Tatarları'nın sürgün hayati Çeçenlerden daha uzun sürdü. Vatanlarına dönmek için çok yolu deneyen Kırım Tatarları dönüş için 1980'li yılları beklemek zorunda kaldı. Yıllar sonra terk ettiği topraklarına gelen insanları başka bir hazin tablo bekliyordu. Evleri, işyerleri ve toprakları hatta ibadethaneleri Ruslara ve Ukraynalılara dağıtılmıştı. Camiler de ahır veya ambar amacıyla kullanılmaktaydı. SSCB Yüksek Sovyet'inin 1944 sürgünü ile ilgili bütün işlemlerinin Kasım 1989'da "kanunsuz ve kriminal" ilan edilmesiyle birlikte geri dönüş sancıları arttı ve şimdiye kadar 250.000'nin üzerinde Kırım Tatarı tekrar vatanlarına dönmeyi başardı ancak dönemeyenlerin önüne konulan çok sayıda engel var.

Ahıskalıların yüz yüze oldukları en büyük dram ise sürgün edildikleri ülkelerden geri dönememeleri oldu. Günümüzde bu insanların torunları Rusya Federasyonu(Krosnodar Kray), Özbekistan, Kazakistan, Türkiye, Ukrayna, Almanya, Fransa ve İtalya' gibi ülkelerde yaşamlarını sürdürüyor. Özbekistan'da sürgün hayatı yaşayan Ahıskalılar, 1989'da birtakım provokasyonlar sonucu ortaya çıkan ve Fergana olayları olarak tarihe geçen gelişmelerin ardından yeniden yurtlarından oldular. Özbekistan'dan çıkarılanlar Krosnodar ve Ukrayna'da geçici meskenlerde yaşamlarını sürdürmeye çalışıyor. En büyük sorunları hiçbir ülkenin vatandaşı olamamaları. Geçtiğimiz yıllarda ise Türkiye'de çıkarılan bir yasa ile az miktarda Ahıskalı Türk vatandaşlığına kabul edildi. Yani 1944'de sürgün edilen Kafkas halklarından hiçbir şekilde yurtlarına dönüş yapamayanlar ise Ahıskalılar oldu. Gürcistan, Avrupa Konseyi'ne kabul edilirken Ahıskalıların yeniden kendi vatanlarına yerleştirilmesi konusunda taahhüt altına girdi ancak bugüne kadar verilen sözler yerine getirilmedi.

Karaçay-Balkarların Sürgünü

2 Kasım 1943'te Karaçay Özerk Bölgesi, NKVD askerleri tarafından iki saat gibi kısa bir süre içinde tamamen boşaltıldı. Askerlerin emirlerine uymayarak evini terk etmek istemeyenler anında infaz edilirken içeride insan olup olmadığı kontrol edilmeksizin konutlar ateşe verildi. 2 Kasım 1943 tarihinde sabahın erken saatlerinde 32.929'u çocuk olmak üzere 63.333 kişi tıpkı Çeçenlere yapıldığı gibi hayvan vagonlarına doldurularak Kazakistan, Kırgızistan ve Özbekistan çöllerine gönderildi. Yani bir millet ölüme mahkum edilmişti. 8 Mart 1944'de aynı akıbete Karaçaylılarla aynı etnik kökenden gelen Balkarlar maruz kaldı.

Avrupa'nın göbeğindeki vahşet

Kafkasya'da 1943 ve 1944'de yaşanan sürgün olayının görmezlikten gelinen bir de Avrupa ayağı var. İnsanlığın kara tarihine Drau Faciası olarak geçmesi gereken bu olayda İngiltere ve Amerika'nın sorumluluğu inkar edilemez bir gerçektir. Almanlarla birlikte gönüllü yada esir olarak veya kendiliklerinden Rus saldırılarından kurtulmak için Avrupa ülkelerine ulaşmış bulunan Kafkasyalılar, Ruslara teslim edilmek istenince tam bir insanlık faciası yaşanmıştır. 1944 yılının sonlarına doğru Rusya'dan Avrupa'ya geçen Kafkasyalılar, İtalya'nın kuzeyindeki Paluzza'nın dağ köylerine yerleştirildiler. Savaşın bitmesinden birkaç gün önce de Avusturya'nın Carinhia'daki Ober Drauburg bölgesine sürülerek, Drau nehri vadisine yerleştirildiler. Yalta'da Rusya, Amerika ve İngiltere bir anlaşma ile İngiliz işgal sahasına dahil edilen bu bölgedeki insanların Rusya'ya iade edilmesine karar verildi. Bu Stalin'in ölüm kusan baskıcı politikalarından kaçan Kafkasyalılar için yeni bir facia demekti. Mülteciler en azından eski Osmanlı topraklarına gitmeleri için izin verilmesini ve kendilerine yeni bir kapının aralanmasını istemişlerdi. Ancak buna olumlu cevap verilmemiştir. Londra'dan gelen 28 Mayıs 1945 tarihli emir, "Mülteciler Sovyet otoritelerine teslim edilecektir" şeklindeydi. İnsanlar önce silahlardan arındırıldılar, sonra komutanlar bir oyuna getirilerek Ruslara teslim edildiler. Ardından kamyonlara binmek istemeyen insanlar üzerine İngilizler tanklarla yürüyerek büyük bir faciaya neden olmuştur.

Buradaki insanların çoğunluğu kadın, çocuk ve ihtiyarlardan oluşuyordu ve insanlardan bir kısmı Ruslara teslim olmaktansa kucağındaki çocuğuyla nehre atlamayı tercih etti.

Kafkasyalı mültecilerin teslim edilişi ibret vesikası olarak 1960 yılında Avrupa İslam Cemiyeti'nin çalışmaları sonucu İrschen köyünde anıta dönüştürüldü. Anıtın üzerinde Almanca şunlar yazılıdır:

«Burada 1945 yılının 28 Mayısı'nda 7000 Kuzey Kafkasyalı, kadınları ve çocuklarıyla Sovyet otoritelerine teslim edildiler ve İslamiyet'e olan sadakaları ile Kafkasya'nın istiklali idealine kurban gittiler.»

Sürgünün devam eden kötü sonuçları

Kafkasya'nın kaderi haline getirilen sürgün ve jenosit, 1994-1996 arası ve 1999'da Çeçenistan'da kendini yeniden hatırlattı.

1864'te sürülen halklar gittikleri yerlerde kendilerine yapılan muamelelerin temel insan hakları kriterleri açısından ele alınması ve hukuk temelli bir yoruma kavuşturulması gerekmektedir.

Kafkas sürgünü dünya tarihinin en trajik olaylarından birisi olmasına rağmen uluslararası anlaşmalarla çerçevesi çizilmiş temel insan hak ve hürriyetlerinin uygulama alanlarında bir karşılık bulamamış olması anlamlıdır.

Tarihi felaketin kurbanlarının haklarının iadesi için uluslararası hukuk mekanizmasını çalıştıracak güçlü iradeler ortaya konamamış ve sorumluların tespiti ve yargılanması süreçleri başlatılamamıştır.

Çeçenistan'da 1999'da başlayan savaşla birlikte 500 bine yakın insanin mülteci durumuna düşmesi Kafkas haklarının sürgün ortamından kurtulamadıklarını bir kez daha ortaya koymuştur. Uluslararası hukukun bir parçası olma konusunda açıkça direnç gösteren Rusya, çevresiyle ilişkilerini emperyalist emeller üzerinde kurmaktan vazgeçmediği sürece Kafkasya'nın alınyazısı haline gelen sürgün ve jenosit tarihi de sona ermeyecektir.

Rusya'nın emperyalist ilgisi kendi toprakları dışındaki yakın çevresiyle sınırlı değildir. Rusya Federasyonu, bir asra yaklaşan bir süredir kendi toprak bütünlüğü içerisinde olmalarına rağmen diğer Kafkas Cumhuriyetleri'ne karşı da emperyalist bir ruhla hareket etme çelişkisi içerisindedir. Üstelik SSCB'nin dağılmasından sonra bile Çeçenistan dışında diğer Kafkas ülkelerinden hiçbirinde Rusya Federasyonu'nun toprak bütünlüğünü tehlikeye sokacak ciddi bir hareket gözlemlenebilmiş değildir. Tam tersi Rusya'nın egemenliği altına aldığı yerlerdeki korku ve kuşkuya dayalı baskıcı tutumları ve beslediği emperyalist ruh, bölge insanlarına 1864'ü unutma şansı vermemektedir. Rusya buralarda kendi egemenliğinden şüphe edercesine hareket etmekte ve halkların dizginlerini elinde tutmak için baskıcı eğilimlere yönelmektedir. Rusya bugün de bazı uluslararası metinlere imza atmakla birlikte özellikle Avrupa ülkelerinin güvenini hala kazanamamıştır.[4]

İlgili Yayınlar

  1. Nihat Berzeg, "Çerkesler Kafkas Sürgünü: Vatansız Bırakılan Halk", Chiviyazıları Yayınevi; İstanbul, 2006.

Kaynaklar

[1] kitap.antoloji.com/cerkesler-kafkas-surgunu-vatansiz-birakilan-halk-kitabi/
[2] "Büyük Kafkas Sürgünü", Kafkas Abhazya Kültür Derneği, www.abhazdernegi.org/content/view/65/38/
[3] Mehdi Nüzhet Çetinbaş, "Kafkas Sürgünü, Bir Soykırımdır", Ajans Kafkas.

 
  Bugün 15 ziyaretçi (24 klik) kişi burdaydı! Copyright 2009 Your Website | CSS Template By Cherkess Design  
 
https://img.webme.com/pic/n/naazimcadeneme/gri1.gif Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol